İSLÂMİYYET NEDİR?
"Abdülhakîm arvâsî"” buyurdu: (İslâmiyyet,
Bütün dinler içinde, en üstünüdür elbet.
Hak teâlâ bu dîni, Cibrîl-i emîn ile,
Gönderdi âyet âyet, Resûl-i emînine.
Dünyâ ve âhirette, mes'ud olmaya dâir,
Usûl ve hükümleri ihtivâ etmektedir.
İslâmın içindedir fâideli her şeyler.
Hep onun dışındadır, her kötülük ve şerler.
Önce gelen dinlerin, bilcümle hayırları,
İslâm dîni içinde bulunur ayrı ayrı.
Her iyilik ve hayır, bu dînin içindedir.
Onda kemlik olması, imkân hâricindedir.
İslâmın hâricinde bir menfaat düşünmek,
Serap'tan şerap ummak olur ki, muhâldir pek.
Dînimiz emreder ki: (Herkese yardım edin.
Sakın birbirinizi üzmeyin bir şey için.)
Allah'ın her emrine, gösterin saygı, edeb.
O’nun mahlûklarına, şefkatli davranır hep.
Kânuna karşı gelmek, suçtur islâmiyyette.
Suç işlememelidir müslümânlar elbette.
Ayırır islâm dîni, iyi kötü ahlâkı.
İyi huylu olmaya sevkeder cümle halkı.
Gayri müslimleri de, men eder incitmekten.
İffet ile hayâyı, emreder her cihetten.
Tam sıhhatli olmayı, tavsiye ve emreder.
Boş vakit geçirmeyi, çok şiddetle men eder.
İlme, fenne, tekniğe, her türlü endüstriye,
Verir çok ehemmiyet, lâyık olduğu üzre.
Hak teâlâ bu dîni, tâ kıyâmete kadar,
Gelecek nesillerle ilgili, alâkadar,
Ne kadar değişiklik, terakkî etse zuhûr,
Hepsini sağlıyacak esaslarda kurmuştur.
İslâmın hükümleri, bir "Reçete"ye benzer.
Onu kim tatbîk etse, hep yükselir, ilerler.
Bu gün, bir memlekette, huzûrluysa eğer halk,
İslâmın ahkâmına uymaktandır muhakkak.
Ve eğer bir toplumda, yok ise râhat, huzûr,
İslâma sırt çevirmiş olmaktandır, bu budur.
Hak teâlâ, insana, hem rûhî, hem bedenî,
Refah sağlamak için, göndermiştir bu dîni.
Sâdece Allah ile kul arasında değil,
Fertlerin birbiriyle, ayırmadan renk ve dil,
Hak ve görevlerini tesbît ve tanzîm eder.
Ve hep ilerlemeyi, yükselmeyi emreder.
Bu din, "Sosyal adâlet" üstüne kurulmuştur.
Dünyâ, ona uymakla bulur râhat ve huzûr.
Yalnız müslümânların râhatlığına değil,
Herkesin huzûruna, olur rehber ve delîl.
Cihânşümûl bir dindir velhâsıl islâmiyyet.
Bütün insanlık için, odur şeref ve nîmet.)
MUVAFFAK OLMANIN SIRRI
"Abdülhakîm Arvâsî", şânı büyük bir velî.
“Îmân”ı anlatırdı câmilerde ekserî.
Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi “Îmân”,
Öyle ise nedir ki, etmedi ona ihsân?
Ve Allah, bir kula ki, “Îmân”ı vermemiştir.
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?
Senelerdir “Îmân”ı anlattım câmilerde.
Anlıyan, üçü beşi geçmemiştir yine de.
Zîrâ “Îmân” şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günâhtan.
Meselâ "Kul hakkı"nı düşününce bir mü'min,
Ayağını uzatıp, yatamaz râhat, emîn.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olmak için muvaffak,
Riâyet etmelidir, iki şeye muhakkak.
Birincisi şudur ki, "İşlemeyin hiç günâh".
Zîrâ günâhkârları, muvaffak etmez Allah.
İkincisi "Duâ"dır, bakın duâ almaya.
Gariplerin duâsı, mühimdir bunda daha.
Kim, bir kulun gönlünü, ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevâbı elde eder.
Günâhlardan kaçınmak, mühimdir elbet daha.
Hakîkî mü'min olan, yanaşmaz bir günâha.
Bir gün hazreti Ömer, ordu tertîb ederek,
Güçlü bir düşmân ile, cihâda eyledi sevk.
"Sa'd bin Ebî Vakkâs" başkumandandı o gün.
Düşmân kuvvetleri de, güçlü idi büsbütün.
Halîfe, şöyle yazdı İbni Ebî Vakkâs'a:
(Düşmândan korkma sakın, Allahtan kork bilhassa.
Günâh işliyen varsa askerinden yâ Sa'd!
Onu ordudan at ki, erişsin sana imdâd.)
Bir gün de Ömer Fâruk, kendisi bizzât yine,
Hücûma geçmiş idi, bir düşmân kalesine.
Lâkin kale düşmedi, günler geçti aradan.
Topladı huzûruna askerini o zaman.
Buyurdu ki: (Bu küffâr dayanmazdı bu kadar.
Öyleyse aramızda, bir günâh işliyen var.
Zîrâ bu vakte kadar, düşmeliydi bu kale.
Kim günâh işliyorsa, son versin o bu hâle.)
Sahâbe çok üzülüp, ağladı cümlesi hep.
Dediler ki: (Acabâ, ne oldu buna sebep?)
O sırada, erlerden biri öne çıkarak,
Hâlini, Halîfeye arz etti ağlıyarak.
Dedi ki: (Teheccüde kalktığımda bu gece,
Misvâkı bulamayıp, abdest aldım öylece.
Ben misvâk sünnetine edemedim riâyet.
Sebep bu olabilir, efendim beni affet.)
Buyurdu ki: (Evlâdım, tövbe eyle Allaha.
Terk etme bu sünneti bundan sonra bir daha.)
"Peki efendim" deyip, istiğfâr etti o er.
Hakîkaten peşinden, fetih oldu müyesser.)
KÜFÜR SEL GİBİ
“Abdülhakîm Arvâsî”, büyük evliyâ idi.
Her ilimde mâhir ve sanki bir deryâ idi.
İstanbul'un halkına, yıllarca bu büyük zât,
Tesirli sözleriyle, etti vâz-ü nasîhat.
Bir gün de buyurdu ki: (Ey insanlar, bilin ki,
Bu zaman küfür, zulmet, akıyor bir “Sel" gibi.
Îmân, o sel üstünde, "Saman çöpü" gibidir.
O akıntıya karşı, durması kâbil midir?
Ancak “Kuytu” bir yere, bir "Kaya kovuğu"na,
Girerse, akıntıdan bir zarar gelmez ona.
Âlimlerin sohbeti, veyâhut kitapları,
Aynen böyle küfürden kurtarır insanları.)
Bir gün de buyurdu ki: (Resûl-i zîşân, bize,
Yâdigâr bırakmıştır iki büyük mûcize.
Bunlardan birincisi, "Kur'ân-ı kerîm"dir ki,
Odur insanlık için, bir rehber-i hakîkî.
İkincisi, her hâli, Onun orta ve vasat,
İdi ki, yoktu Onda aslâ tefrît ve ifrât.
Bunun için büyükler, şöyle buyurmuşlardır:
(İşlerin hayırlısı, orta, vasat olandır.)
Ayrıca bu dünyâda, kim ne kadar kanâat,
Ederse, o nisbette bulur huzûr ve râhat.)
Biri dedi: (Efendim, gâyet günâhkârız biz.
Yârın mahşer gününde, ne olacak hâlimiz?)
Buyurdu ki: (Evlâdım, dünyâ ve âhirette,
Her kişi, sevdiğiyle bulunacak elbette.
Bu işte, berâberdir ehil ile nâ-ehil.
Eğer sağlam “Gemi”ye bindin ise, gam değil.
Çünkü bir gün bu gemi, sâhile ulaşırsa,
Sâdece kaptanını çıkarmaz nasıl olsa.
Yolcularını dahî ulaştırır muhakkak.
Sen, bindiğin geminin, nerye gittiğine bak.
"Seâdet gemisi"ne binmiş isen eğer ki,
O, seni ulaştırır “Cennet”e elbette ki.
Her kim neye binerse, ona tâbi olarak,
İnecektir tabii, neresiyse son durak.
Pişmân olmamak için indiği son mahalde,
Dikkatli olmalıdır, ilk binerken o hâlde.
"Âhiret yolcusu" da, bunun gibi tabii,
Çok iyi seçmelidir, bineceği gemiyi.
O gün, çok dehşetlidir, bu diller o gün susar.
Yer ve gök şâhid olur, konuşur hep âzâlar.
Mahcûb olmamak için, mahşerde o gün insan,
Dînin emirlerini, gözetmeli her zaman.
Sarılabilmek için bu dîne de iyice,
Öğrenmek lâzım gelir “İslâm”ı ince ince.
Farzları, harâmları öğrenip çok mükemmel,
Sonra da, mûcibince yapmalı iyi amel.
Ve hem de işlemeli, her işi Allah için.
Buna "İhlâs" denir ki, esâsı budur işin.)
KÖTÜ HUYUN ZARARI
"Muhammed Sıbgatullah", Allah adamlarından.
Bir gün Ona sordular, "Kötü huylu" olmaktan.
Buyurdu: ("Kötü insan", kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.
Tanımaz helâl harâm, sakınmaz günâhlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hattâ o, çok yapsa da nâfile ibâdeti,
Alamaz sevâp ecir, boşa gider zahmeti.
Hadîste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)
Kötü huylu bir kişi, benzer "kırık testi"ye.
Ne yama kabûl eder, ne de döner eskiye.
Öyle fenâlıktır ki "kötü huy" bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını “Mîzân”da.
İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zîrâ böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.
Hâlbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvelâ kendi düşer.
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, "ekmek" ister içerden.
Velâkin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir "Dilenci" zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: "Bıktım artık bunlardan".
Bir ekmeğin içine, bolca “Zehir” koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmıyarak.
Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslümân,
O "Zehirli ekmeği", alıp gider oradan.
Bir köye girdiğinde, rast gelir “Genç biri”ne.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.
Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül râhatlığıyla, devâm eder yoluna.
“Genç”, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmiyerek.
Lâkin başlar içinde o “Zehir”in tesiri.
Ve başlar titremeye vücûdunun her yeri.
Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,
Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvâh, o zehiri ben koydum o ekmeğe.
Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişmân olup, üzüldüyse de içten,
Lâkin oğlu ölmüştü, geçmiş idi iş işten.)
ÖLÜM ACISI ZORDUR
"Muhammed Horasânî" bir günkü vâzında,
Konuşurken, "Ölüm"den açılmıştı mevzû da.
Biri Ona sordu ki: (Efendim, bu insanlar,
Acabâ can verirken, ne kadar acı duyar?)
Cevâben buyurdu ki: (Ölüm'ün en hafifi,
Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz târifi.
Ne zaman ki bir kişi, gelse ölüm hâline,
Sanki konur "İki dağ" omuzu üzerine.
İğnenin deliğinden çıkacak rûhu sanır.
Yerle gök birleşir de, o arasında kalır.
Sanki onun içinde, bir "Dikenli çalı" var.
Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar.
Bütün hücrelerine takılmış dikenleri.
Çektikçe parçalıyor, takıldığı yerleri.
Can vermenin acısı, fazladır hattâ şundan,
İnsana "Yetmiş” defâ kılıç vuruluşundan.
Fakat “Mü'min”, görerek hûri ve melekleri,
Onların zevki ile, duymaz bu elemleri.
Daha da şiddetlidir lâkin "Kabir azâbı".
"Hiç" kalır buna göre, can verme ızdırâbı.
Çünkü kabir, yakındır âhiret hayâtına.
Benzer azâbları da, âhiret azâbına.
Bu kabir azâbı da, böyle çok şiddetliyken,
Hiç kalır "Mahşer”deki azâblara nisbeten.
Bir damlanın, deryâ'ya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da, birbiriyle edilmez mukâyese.
O meydanda "Bin sene" bekleşirken insanlar,
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp, halkı yakar.
Bir ayağın üstünde, bulunur binbir ayak.
Günâhlarına göre, tere batar cümle halk.
Öyle çok sıkışır ki kâfirler izdihâmdan,
Temennî ederler ki, kurulsa hemen "Mîzân".
Derler ki: (Hesâbımız görülse de hemence,
Şu sıkıntılı hâlden, kurtulsak bir an önce.)
Hâlbuki bilmezler ki, bitince suâl, hesap,
Başlıyacak bu sefer, daha elîm bir azâb.
Çünkü girecekleri "Cehennem"in ateşi,
Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz aslâ eşi.
“Mahşer” meydanındaki acı ve sıkıntılar,
“Cehennem azâbı”nın yanında "Hiç" kalırlar.
Bir kum tâneciğinin, kâinâta nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti.
Oradan bir "kıvılcım", dünyâya düşse eğer,
Onun harâretinden, bu dünyâ erir, biter.
Hem kalmaz bir kararda azâblar Cehennemde.
Gün geçtikçe, şiddeti, durmadan artar hem de.
Kurtuluş ümîdi de, küffâra olmaz elbet.
Bu acı azâblarda, kalırlar ilel-ebed.
Kalbinde, zerre kadar "doğru îmân"ı olan,
Cehenneme girse de, çıkarılır sonradan.)