Kaplumbağa başını çıkarıp, önünü görmeden ilerlemez...kaplumbağayı küçümseme
Emek ver, kulak ver, bilgi ver ama hiç bir zaman YERİNDE SAYMA!
Günlerini say, servetini say, büyüklerini say ama YERİNDE SAYMA
Bir yüreğin öyküsü…
zamana biraktigin her seyde kendinle BARISik ol;SENI sen yapan degerlerle savas azimli ol;SEVIYORUM demekte gec kalma kendin ol ELMA SEKERI ol
Yine gözlerim, kanatlandı yükseklere doğru. Seni aradılar uçarak, bulamadılar. Kanatları kırıldı gözlerimin seni göremeyince, yabancı bir diyara düşüp kaldılar. Sonra ‘umut’ diye bir gezgine rastladılar. Kanadı kırık gözlerime sahip çıktı o umut. Ellerinin içine aldı gözlerimi ve gelip göz çukurlarına içine yeniden koydu onları. Yerindedirler artık, ama eskiyi özlemekteydiler. Çünkü umut onları bana ulaştırmış ancak tamir edemişdi. Yazık ki gözlerim artık bir çift gözü görebilmekteydi yalnızca bir kişiyi…
Uçamıyor gözlerim. Gözlerimin görebileceği o bir çift göz başka yönlerde, gözlerim niyetine ellerim uçuyor ve kanatlarını açmış olan ellerim dua ediyor, kanatsız gözlerim pervasız gözlerinle buluşsun diye. Dört bir yanımı arıyorum, yoksun EY SEVGİLİ! Beşinci yöne nerden gidiliyor söyle ve bekle geliyorum. Ne de olsa sana varmam kolay değil mi? Biliyorsun gözlerimin görebildiği tek görüntüsün sen. Öyle ise takılıp düşmeden o görüntüye ulaşabilir ayaklarım. Bekle gözlerimin nikahlısı! Bekle, sana geliyorum. Ama sakın çevirme yüzünü. Görmüyor musun yüzün yokken kör oluyorum. Dipsiz kuyulara dalıyor ayaklarım. Yüzün bana dönük olsun n’olur! Söz, bir saniye görecek gözlerim gözlerini sonra dönüp kör olacaklar yine bekliyor musun? Kararın ne?
Şu anda yüreğim, geleceğimin nostaljisini yaşıyor. Kurmuş olduğum hayaller öyle uzak ki ve öylesine çok yaşadım ki onları tek başıma, adını yitirdiler bir bir. ‘Hayaller’, ‘Hatıralar’ olarak yer değiştirdi zihnimde. Hayallerim eskidi hatıram oldu. Ben artık daha önce hiç kurmadığım hayaller kuruyorum. Öncekilerde seni geleceğe koymak vardı, şimdi ise ‘sensiz geleceği nereye koyabilirim?’ diye yüreğimden beynime mekik dokuyan sorular var. Gelecek sen misin ve sen gelecek misin? Hayır gelmeyeceksin…
Yüreğimin elinden tuttu, bir bilge adı sabır. Ayrılığımızın ilk günü merhaba dedi ve bir kez bile elveda demedi bana. Sabır, gerçekten bir bilgindi, aklıma hakim olabildim o varken sabır varken ölmedim, ama sabır bana ölümle mücadele etmeyi öğretti. Onu tanıyalı sensizlikle mücadele veriyor benliğim. Yenilmiyorum. Sabır ellerimi bırakmıyor. Ben sabrediyorum. Bana kol kanat geriyor, düşmüyorum.’Umut’ tan sonra ikinci dostum olan sabır’a öyle teşekkür borçluyum ki bana ‘pes’ demeyi unutturup ‘söz’ demeyi öğretti…
Yüreğim ardı ardına doğumlar yaptı. ‘Mutluluk’ ilk kızı ‘Hayal’ ikinci kızı. Olan oldu sonunda ilk evlat ikicisinin oyununa geldi mutluluk hayal oldu. Yüreğimin üçüncü evladı erkek. ‘Veda’ veda’nın birde ikizi vardı ‘Hüzün’. Hüzün ve veda her yerde birlikteydi. Bu veda yüreğime hüzün yükledi, bir ben anladım, kimse bilmedi. Beşinci ve son kızı, en küçük kızı ‘Özlem’. Veda’nın doğduğu gün mutluluk ölmüştü, hüznün büyüdüğü gün ise özlem doğdu. Hepsini kaybetti yüreğim bir tek özlem kaldı bir tek. ‘Özlem’ yaşlandı ama hayatı sonlanmadı. Özlem babasını hiç tanımadı. Çünkü aşk yüreğimi dul 5 yavrusunu ise yetim bırakmıştı. Aşkın ve yüreğimin son evladının adı bu yüzden özlem olmuştu zaten. Ey aşk! Söyle ne istedin bu yürekten? Bir yüreğe beş evlat verdin, ama görmedin o beş evladın bir yüreği gün be gün öldürüşünü. Ben ufacık yüreğime koskoca varlığını sığdırdım senin. O kadar sıkıştırdım ki seni oraya, nefes almam zorlaşsada yüreğimin kapı eşiğine bırakmadım seni. Ey aşk! Senin bana yaptığına bak…
Şimdi bir ses duydum. Yüreğimin kapısına vurdu biri. Yüreğimde kime yer verdiysem canımı incitti ya, o yüzden açmak istemiyorum kapıyı, kapıyı açmamda ısrar ediyor kapıdaki. Neyse, kim olursa olsun içeriye kabul edeceğimi söylüyorum içimden. Aşk’ın ısıtıp aşk’ın kızı özlemin’in soğuttuğu ellerim, kapının kolunu çeviriyor. Kapıdaki çok erken bir misafir oluyor hayatımda, yüreğimin son misafirine yüreğimin ve dilimin son sözünü söylüyorum:
!
Paranı ver, gönlünü ver, selam ver, canını ver ama SIRRINI VERME
Bir Anneden Kızına Nasihatlar
Kızım.
Akrabalarından, dost veya arkadaşlarından her kim olursa olsun, ona karşı kocanı övme. Sakın onu şikayet de etme. Aile içinde kalması gereken mahrem veya bildik şeyler de olsa anlatma.
Derler ki, “Söyleme sırrını dostuna, dostunun da dostu vardır o da gider söyler dostuna.” Bir ağızdan çıkan söz, sır olmaktan çıkar. Sırrın ucunu ele veren arkasını getiremez. İlla biriyle paylaşman gerekiyorsa bir günlük tut. Mümkünse onlarında bu tür sana anlatacaklarına fırsat verme. Bu tür söylenen veya anlatılanlar fitneye, dedikodulara ve ailelerin yıkılmasına fırsat ve zemin hazırlar. Her ne kadar sıkılır veya daralsan dahi; anne ve babana bile anlatma. Çözemediklerini akıllı ve kendinden emin olduklarınla istişare ederek çözmeye çalış.
Aile hayatının karşılıklı sevgi, saygı ve merhametle yürütülmesi temel ilkedir. Dinimiz aile reisliği vazifesini erkeğe vermiştir. Erkek ise; fizik gücüne, kuvvetine sahip, cesur ve mücadelecidir. Fizyolojik bakımdan daha zayıf olan kadınları kavvâm; gözetip kollayıcıdırlar. Ailenin dış düşmanlardan korunması, geçim ve ekonomik giderlerin temini öncelikli olarak erkeğe ait olduğundan mallarından bol bol harcamaktadırlar. Kadının; erkekte bulunmayan anneliğin verdiği yüce bir görev olan çocuğun doğumu ve bakımı ile öncelikli olarak; çocukların terbiye edilerek yetiştirilmesi, yuvada huzur ve sükûnun temininde duygusal gayret, aileye içten bağlılık gibi daha birçok üstünlükleri bulunmaktadır.
Eşinin eve geleceği saati iyi belle. Mümkün mertebe onu kapıda karşılamaya çalış. Kapıda karşılaman onu; ziyadesiyle memnun edecektir. Adamı sakın kapıda bekletme. İçeri girere girmez elindeki eşyaları al. Velev ki; sıkıntı ve moralsiz olsan bile; yumuşak ve tatlı konuş. Söylemen gerekenleri kocana söyle. Anlayamadıklarını ve meselelerini konuşma yoluyla hallet. Konuşma mesellerin yüzde doksan dokuzunu çözer. Konuşurken onun konuşmalarını kesme. Bazı konularda farklı düşünüyor olabilirsiniz. Farklı bile düşünseniz uzlaşmayı tercih et. İçinden seni seviyorum demekle olmaz. Sevgini ona mutlaka o istediği için değil, kendi tarzınla ona hissettir. Zaman zaman onun penceresinden bakmayı dene. Sizin olmayan hayatlara dalıp hayatınızı karartma. Bakış tarzın en kötü gününde bile olumlu olsun. Göz yaşlarını asla silah olarak kullanama, bu kadının zayıflığını gösterir. Bilirsin ki, evlilikte dürüstlük esastır. Zaman zaman espri yap; iyi bir espri zor günlerinizi kolay atlatmanızı sağlar. İlişkinizi kuvvetlendirmek için elinden geleni en iyi şekilde yap. Evini temiz tut. Çocuklarının yeme içmeleri, sağlıklarıyla dersleriyle yekinen alakalan.
Görevlerini bil ve yaptıklarından dolayı asla şikayet etme. Eşinin gelen eş dost ve akrabalarına güler yüz, tatlı dille hüsnü muamelelerde ve izzeti ikramlarda bulun. Eşin eve geldiğinde sakın üstün pis ve pas içinde yani çamaşır ve bulaşık kokusu olmasın. Evin içindeyken mümkün mertebe mutfakta ve banyoda, bulaşık, çamaşır gibi şeylerle oyalanma. Yapacaklarını ya onun gelmesinden önce yada mümkünü olanları tehir et. Daima yanında olmaya çalış. Hal ve hatırını sor. Onun anlattıklarını dinliyormuş gibi yapma. Onu canı gönülden dinle. Onun derdiyle dertlen, sevincine ortak ol. Sevdiklerini sev, değer verdiklerine değer ver.
Eve getirdiklerini yerinde değerlendir, çöpe atma. Ondan izinsiz oraya buraya dağıtma. Neyi sevip, neyi sevmediğini bil. Bilmiyorsan uygun şekilde sorarak öğren. Sevdiklerini yap, sevmediklerinden kaçınmaya çalış. Canı neyi çekiyorsa, onları getirip ikram et. Bazen elma armut gibi meyveleri dilimleyip bizzat ağzına koy. Çocuklarının yanında onları ona şikayet etme.
Özürlü olmadığın sürece yatarken de abdest al. Okuyacağın şeyleri biliyorsun, bilmediklerin varsa en kısa zamanda öğren. Okuyarak eksik olduğun yönlerini tamamla. Onun sıkıntılı günlerinde sözle, tatlıkla yardımcı ol. Böylesi anlarda zaruri olmayan isteklerini ertele. Yatağı yatacağı zamana doğru hazır et. Yatınca da lambayı hemen söndür. Eşinin yatakta beklemesi onu huzursuz eder. İkide bir hastayım deme. Halinden şikayetçi olma. Sürekli canlı ve dinamik ol. Sabahleyin mutlaka ondan önce kalk.. Namazdan sonra yatmayın. Onu da yatırma. Buna alışın. Özürlü bile olsan abdest al. Özürlü değilsen kuşluk namazını sakın ihmal etme. Her namazın arkında yaptığın dualarına mutlaka kocanı da ekle.
Eşine kahvaltısını erken hazırla. Onun yemesi için sende iştahla ye. Ve yine tatlı sözlerle onu görevine yolla. Eşinin bütün istek ve arzularını ima etmesine gerek kalmadan yerine getir. Onu çok sevip saydığını söyle ve hem uygula. Her fırsatta süslenip öyle çık karşısına. Cuma, bayram, mübarek geceler ve evlilik yıl dönümlerinizde mutlaka özel bir hazırlık yap. Her şeyinle adamın gözünü de gönlünü de doldur.
01 - KÖTÜ HUYUN ZARARI
KÖTÜ HUYUN ZARARI
"Muhammed Sıbgatullah", Allah adamlarından.
Bir gün Ona sordular, "Kötü huylu" olmaktan.
Buyurdu: ("Kötü insan", kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.
Tanımaz helâl harâm, sakınmaz günâhlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hattâ o, çok yapsa da nâfile ibâdeti,
Alamaz sevâp ecir, boşa gider zahmeti.
Hadîste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)
Kötü huylu bir kişi, benzer "kırık testi"ye.
Ne yama kabûl eder, ne de döner eskiye.
Öyle fenâlıktır ki "kötü huy" bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını “Mîzân”da.
İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zîrâ böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.
Hâlbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvelâ kendi düşer.
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, "ekmek" ister içerden.
Velâkin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir "Dilenci" zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: "Bıktım artık bunlardan".
Bir ekmeğin içine, bolca “Zehir” koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmıyarak.
Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslümân,
O "Zehirli ekmeği", alıp gider oradan.
Bir köye girdiğinde, rast gelir “Genç biri”ne.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.
Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül râhatlığıyla, devâm eder yoluna.
“Genç”, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmiyerek.
Lâkin başlar içinde o “Zehir”in tesiri.
Ve başlar titremeye vücûdunun her yeri.
Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,
Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvâh, o zehiri ben koydum o ekmeğe.
Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişmân olup, üzüldüyse de içten,
Lâkin oğlu ölmüştü, geçmiş idi iş işten.) ANNE DUÂSI
ANNE DUÂSI
"Pîr Alî aksarâyî", bir sohbeti ânında,
Şöyle dedi "Anneye hizmet" etme bâbında:
(Mûsâ aleyhisselâm, bir gün kendi kendine,
Düşünüp, şu şekilde duâ etti Rabbine:
(Cennette, benim komşum her kimse yâ ilâhî!
Bildir de, onu bulup tanıyayım ben dahî.)
Buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, falanca beldeye var.
Çarşının girişinde, bir "kasap dükkânı" var.
O dükkânın sâhibi, gâyet iyi bir zâttır.
Cennette senin komşun, o "kasap" olacaktır.)
Mûsâ aleyhisselâm, "Onu görmek" üzere,
Çıktı memleketinden, vâsıl oldu o yere.
Hânesine giderek, buyurdu: (Ey kişi, ben,
Misâfir geldim sana, eğer kabûl edersen.)
Kasap, Mûsâ Nebî'yi tanımıyordu, fakat,
(Hoş geldiniz!) diyerek, eyledi çok iltifât.
Baş köşeye oturtup, eyledi izzet, ikrâm.
Sonra izin isteyip, işine etti devâm.
Önce mutfağa girip, "Et pişirdi" ocakta.
Ve onu, lokma lokma ayırdı oracıkta.
Ve asılı bir “Zembil" var idi ayriyeten.
Yavaş ve dikkatlice, indirdi onu hemen.
Mûsâ Nebî baktı ki, içinde bir “Kadın" var.
Çok yaşlı, pîr-i fâni, tâkatsiz bir ihtiyar.
Kirlettiği bezleri, çıkartarak ilk önce,
Yeni, temiz bezlerle değiştirdi güzelce.
Yedirdi o etleri sonra o ihtiyâra.
O, sevinip birşeyler mırıldandı o ara.
Hizmetini bitirip, astı tekrar yerine.
Ve Mûsâ Peygamberin yanına geldi yine.
Mûsâ aleyhisselâm, sordu ki: (Bu zembilin,
Merak ettim sırrını, bana da söyler misin.)
Dedi: (Benim annemdir zembilde gördüğünüz.
Yaşlıdır, ona böyle bakarım gece gündüz.
Zîrâ başka evlâdı yoktur hizmet edecek.
Her türlü hizmetini, ben yaparım severek.)
Buyurdu ki: (Sen onun temizlik hizmetini,
Yapıp da, lokma lokma yedirince etini,
Annenin dudakları oynadı, bir şey dedi.
Sen ise "Âmîn" dedin, söylediği ne idi?)
Dedi ki: (Ben annemin hizmetini görünce,
Pek fazla memnun olup, duâ eder gönlünce.
"Onu, Mûsâ Nebî'ye komşu et yâ ilâhî!"
Diyerek duâ eder, "Âmîn" derim ben dahî.)
Mûsâ Nebî o zaman buyurdu: (Mûsâ benim.
Bu hâlinden ötürü, seni tebrîk ederim.
Annene böyle hizmet ettiğinden ihlâsla,
Beni, seni görmeye gönderdi Hak teâlâ.
Annenin duâsını kabûl etti Rabbimiz.
Cennette, senin ile “Komşu” olduk ikimiz.)
KALP KIRMAK HARÂMDIR
“Dâvûd-i Kayserî” ki, çok mübârek bir kişi.
İnsanları gafletten uyarmaktı sırf işi.
O bir gün buyurdu ki: (Yaşamayın gafletle.
Zîrâ âni geliyor ecel umûmiyetle.
Bilhassa "Kul hakkı"na edin ki çok riâyet,
Mahşerde, hak altından kurtuluş zordur gâyet.
Meselâ harâm olsa, elbisenin düğmesi,
O namâzın, insana olmaz bir fâidesi.
Üstümüzde kul hakkı, olsa da "Yarım akçe",
Cennete giremeyiz, onu ödemedikçe.
“Kul hakkı”nı, dünyâda, kolaydır edâ etmek.
Ve lâkin âhirette, çok çetindir ödemek.
Zîrâ o gün, geçmiyor dünyâdaki paralar.
"Sevap" ve "Günâh" ile ödenecek bu haklar.
Yâni sevâbı varsa, gider alacaklıya.
Yoksa, onun günâhı yükletilir borçluya.
Bunun için dünyâda, her kişi helâllaşsın.
Aslâ mahşer gününe, borç alacak kalmasın.
"Haklı" olsanız bile, siz yine dileyin af.
Belli olmaz, belki de haklıdır karşı taraf.
Zîrâ mahşer yerinde, nice alacaklılar,
Hesâpları "ters" dönüp, sonunda borçlu çıkar.)
Dediler ki: (Efendim, îzâh buyurduğunuz,
Kul hakları, nelerden ibârettir bâhusus?)
Cevâben buyurdu ki: (Kul hakkı denilince,
Hâtıra, "Maddî haklar" gelirse de ilk önce,
Bunlardan daha mühim haklar da var muhakkak.
Meselâ kul hakkıdır, "Kalp kırmak, gönül yıkmak”.
Hattâ insan, "Kâbe”yi yıksa da yetmiş defâ,
Kalp kırmanın yanında "Hafif" kalır bu daha.
İnsanın, kimler ile varsa çok alâkası,
Onlarla îcâb eder, sık sık helâllaşması.
Meselâ sıra ile, zevcemiz, çocuğumuz,
Hısım akrabâ ile, arkadaş ve komşumuz.
Hepsinin, ayrı ayrı üstümüzde hakkı var.
Bunların içinde de, en mühimi, "Hanımlar".
Eğer ki hanımını incitirse bir kişi,
Helâllık almadıkça, mahşerde zordur işi.
Her gün evden çıkarken, helâllaşmak gerekir.
Zîrâ ölebiliriz, eceller âni gelir.)
Dediler ki: (Efendim, Allah katında bir kul,
Hangi vasıflarıyla olur iyi ve makbûl?)
Buyurdu: (Mâhir olsa bir kişi mesleğinde,
Sırf bununla, bir kıymet kazanmaz Hak indinde.
Zekî ve kurnaz olmak, makâm, mevkî, müdürlük,
İndallah, o insana sağlamaz bir üstünlük.
Kim fazla korkuyorsa Allahü teâlâdan,
Odur Allah indinde kıymeti fazla olan.
Kim kazanmak isterse, Hak indinde îtibâr,
"Takvâ"ya sarılsın ki, Rabbimiz buna bakar.)
KARDEŞLİK VE ŞEFKAT
“Ulu Ârif Çelebi”, ilme âşık bir kişi.
Okuyup okutmaktı, en sevdiği tek işi.
Bir gün, sevdikleriyle başlıyarak sohbete,
Şöyle bir hâdiseyi nakletti cemâate:
"Halîl" ile "İbrâhim" adında, çok önceden,
İki kardeş yaşarmış, birbirini çok seven.
Büyük olanı "Halîl", küçüğü "İbrâhim"miş.
Halîl "Evli", çocuklu, İbrâhim "Bekâr" imiş.
Ortak bir “Tarla"ları varmış ki hem onların,
Geçinip giderlermiş geliriyle tarlanın.
Ve her sene sonunda, ne kadar çıksa "Buğday",
Hemen eşit olarak, ederlermiş "iki pay"
Bir yıl, ekinlerini biçip harman yapmışlar.
Buğdayları savurup, ikiye ayırmışlar.
Büyük olan demiş ki: (Ey kardeşim İbrâhim!
Ben gidip çuvalları, ambardan getireyim.
Ben gelinceye kadar, sen bekle az bir zaman.
Gelmesin buğdaylara herhangi zarar, ziyân.)
Halîl eve gidince, düşünmüş ki İbrâhim:
(Ben "Bekâr" bir kişiyim, "Evli"dir fakat âbim.
Daha çok buğday lâzım elbet Onun evine.
Benimkinden bir miktar, atayım onunkine.)
O, âbisi hakkında bunları düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış üç beş kürek.
Halîl, çuval elinde çıkagelmiş o ara.
Demiş: (Haydi doldur da, götürüver anbara.)
İbrâhim "Peki" deyip, kendine âit olan,
Buğdaydan yüklenerek, anbara olmuş revân.
İbrâhim ayrılıp da, gider gitmez anbara,
Şu şekilde düşünmüş, âbisi de o ara:
(Çok şükür ben "Evli"yim, kurulu düzenim var.
Lâkin küçük kardeşim İbrâhim henüz “Bekâr”.
O, daha çalışıp da, para biriktirecek.
Ve maddî sıkıntıyla, ev kurup evlenecek.
Benim böyle derdim yok, hazır evim ve eşim.
Buğdaya, benden fazla, muhtâçtır bu kardeşim.)
Kardeşinin hakkında, o böyle düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış bir kaç kürek.
Buğdayı yüklenip de, ayrıldığında biri,
Ona, kendi payından, aktarırmış diğeri.
Onların bu hâlleri, o gün akşama kadar,
Birbirinden habersiz, sürüp gitmiş bu karar.
Nihâyet bakmışlar ki karanlık bastığında,
Hiç "Azalma" olmamış buğday yığınlarında.
Onlar, birbirlerine, böyle güzel hareket,
Edince, vermiş Allah onlara bir "Bereket".
Günlerce taşımışlar, "bitmemiş" buğdayları.
Dolup taşmış buğdayla, evleri, ambarları.
İşte, "Halîl İbrâhim bereketi" denilen,
Hâdise, bu şekilde vâki olmuş eskiden
DUÂ, BELÂYI GİDERİR
“Ziyâeddîn Nahşebî”, büyük âlimlerdendi.
Bir gün, şu hadîseyi dersinde nakleyledi:
(Resûlullah, eshâbla otururken bir ara,
Şu ibretli vak'ayı naklettiler onlara:
Vaktiyle bir kavimde, yaşıyordu “Üç adam”.
Bir yere giderlerken, bir dağda oldu akşam.
Hemen yer aradılar, gecelemek üzere.
Bir "Mağara" görerek, sığındılar o yere.
Lâkin koca bir “Kaya", dağdan yuvarlanarak,
Mağara kapısını kapadı tam olarak.
Dediler ki: (Bu yerden, bizleri kim kurtarır?
Bize yardım edecek, ancak Hak teâlâdır.
İyi işlerimizle, edelim Ona niyâz.
Ola ki, O da bizi bu yerden eder halâs.)
İçlerinden birisi, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Benim "Annem” ve “Babam" vardı ki pîr-i fâni,
Onların yemeğini bizzât yedirmeyince,
Ben, hanım ve çocuklar, yemezdik daha önce.
"Rızân için" yaptımsa onlara bu hizmeti,
Kaldır üzerimizden bu büyük musîbeti.)
O böyle dediğinde, aralandı az kaya.
Lâkin çıkamadılar yine de dışarıya.
Bu sefer ikincisi, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Komşumuzun, çok güzel bir “Kız”ı var idi ki,
Onunla buluşmayı isterdim harâretle.
Lâkin o, teklîfimi reddederdi şiddetle.
Sonra bir "Kıtlık" oldu, günlerce kaldılar aç.
Nihâyet erzak için, oldular bize muhtâç.
Ben bunu fırsat bilip, o kıza erzak verdim.
Sonra da, (Teklîfime, "Evet" de haydi!) dedim.
Dedi ki: (Sen Allah'tan korkmaz mısın ey kişi!
Nasıl teklîf edersin, bana günâh bir işi?)
Ben bunu işitince, kendime geldim hemen.
Vazgeçtim o günâhı irtikâb eylemekten.
Bu işten, "Rızân için" ictinâb ettim ise,
Buradan çıkmak için, yardım et yâ Rab bize.)
O kaya, biraz daha aralandı o vakit.
Lâkin henüz çıkmaya, olmadı tam müsâit.
Bu sefer üçüncüsü, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Amele tutmuş idim ücret ile ben dahî.
Lâkin gitti birisi, ücretini almadan.
Ben, onun ücretini çalıştırdım çok zaman.
Birikti hesâbına, bir hayli mal ve davar.
Bir gün gelip istedi ücretini o tekrar.
Dedim ki: (Şu gördüğün öküz, koyun ve deve,
Senindir her birisi, sür götür senin eve.)
Yâ Rabbî, "Rızân için" yaptımsa bu işi ben,
Kaldır bu musîbeti, bizim üzerimizden.)
O da Hak teâlâya, edince böyle niyâz,
Taş kaydı biraz daha, oldular bundan halâs.
ANA-BABANIN VAZÎFESİ
"Selâhaddîn Uşâkî", âlim ve velî bir zât.
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasîhat.
Bir gün, anne-babanın vazîfesi bâbında,
Sorulan bir suâle, şöyle dedi vâzında:
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Hepiniz,
Bir koyun sürüsünün, "Çoban"ı gibisiniz.
Nasıl ki sürüsünden, mes'ûl olup bir çoban,
Korur ise onları, her zarar ve ziyândan,
Sizler dahî, emriniz altında kimler varsa,
Koruyun her birini Cehennemden bilhassa.
Çoluk çocuğunuza, her şeyden daha evvel,
"İslâmî bilgiler”i öğretin tam mükemmel.
Eğer öğretmezseniz dînini onlara siz,
Yârın mahşer gününde, pişmânlık çekersiniz.)
Yine bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
(Çok müslümân evlâdı vardır ki, o kimseler,
Anne-babalarının sebebi ile hem de,
Acı azâb görürler, "Veyl" adlı Cehennemde.
Onlar, ateş içinde çekerken acı, keder,
Ana-babaları da yanacaktır berâber.
Çünkü o insanların anne ve babaları,
Terbiye etmediler, dînî yönden onları.
Sırf "Para kazanma"nın yolunu gösterdiler.
Dînin emirlerini, aslâ öğretmediler.
Onların, Cehennemde yanmalarına sebep,
Dînini öğretmiyen o "Anne-baba"dır hep.)
Yine buyurdular ki: (Bir baba, evlâdına,
Acıyıp gönderirse, bir Kur'ân üstâdına,
Öğretilen Kur'ânın harfleri adedince,
O kula, "Hac sevâbı" verilecek bir nice.
Ve kıyâmet gününde, o kulun başına bir,
"Devlet tâcı" konur ki, herkes görüp imrenir.)
Bu zât buyuruyor ki: (İşte bu hadîslerin,
Bildirdiği azâbtan kurtulabilmek için,
Evlâdına, ilk önce öğret ilmihâlini.
Âzâd et Cehennemden, evlâdınla kendini.
Evlât, ana-babanın elinde bir "Emânet".
Çocukların kalpleri, "Temiz" ve "Sâf”tır gâyet.
Yumuşak "Mum" misâli, her türlü şekle girer,
Ve temiz "Toprak" gibi, ne ekersen o biter.
Bir baba, çocuğunu seviyorsa eğer ki,
Ona öğretmelidir, dînini elbette ki.
Eğer öğretilirse, ererler seâdete.
Anne-babaları da, ortak olur nîmete.
Şâyet öğretilmezse, olurlar "Kötü insan".
Dünyâ ve âhirette, sonları olur hüsrân.)